Kaldırdı başını, kirpiklerini ovaladı. Ayrı düşen sevdaların tek tek saydığı gibi günleri, birbirinden birer birer ayırdı o da kirpiklerini. Ayrılığın yalnız gözüktüğünün farkındaydı, ama birbirine dolanan her şeyin dolambaçlı yollardan geçtiğini ve bunun da sadeliğin ahengini yitirdiğine inanırdı.
Düşüncelerinin ağırlığında yitmişti ayaklarının dermanı. Uyuşmuştu yolları, yılları deviren bacakları yılgındı. Ama yine de hissedebiliyordu bacaklarının altındaki, sırtının hemen ardındaki tahtanın sertliğini. Yağmur bastırınca yalnız bırakılan, güneş doğunca da kurumaya koyulan bir tahta bankın bedeni, nasıl sert olmazdı ki?
Parmak izlerinin aralarında birikmiş anılarını ovaladı, ısıtmaya çalışırcasına yeniden yaşamak adına. Parmak uçlarını ısıttığıyla kaldı… Tutmak için kocaman sarıldığını sandı parmaklarıyla, onları parmaklığa hapsettiğini fark edemedi.
Bırakıp gitmelerine izin vermeliydi anıları, hayatına dokunan insanları ve hatta üzerine sinen hayatları…
Anladı, o bankı yalnız bırakmadan ne o varabilecekti başka manzaraya ne de tahta bank ağırlayabilecekti yeni bir hayatı, önlerine serdiği nasır tutan kollarıyla..
Doğruldu, omuzuna dokundu hüznünün, iki kez vurdu sırtına telkin edercesine. Bu sırada dudak uçları, bir çocuğun gökyüzüne koşan uçurtmasının ipini elinden salarkenki ürkek edasıyla kulaklarına uzandı. Buğulu bir tebessümdü bu. Gözlerindeyse telkin etmeye çalıştığı hüznü konaklıyordu hâlâ.
Kapattı gözlerini, düşündü;
Çocuk bıraktı ipini uçurtmanın, avucuna baktı. İnce, kırmızı çizgileri eklemişti anı defterine uçurtmasından kalan.
Açtı gözlerini, kapattı avucunu. Döküldü dudaklarından;
“Kaybetmemek için avucunu her sıktığında, sen parmaklarınla sımsıkı sarıldığını sanırsın; ama fark etmezsin hapsettiğini parmaklıkların ardına…”
Açtı avucunu ve ekledi;
“Özgür bırakmazsan, gürültülere koşamazsın. Sağır olur ruhun, kulaklarından önce. Özgür bırak, ama önce kendini…”
“Ama önce kendini…”